19 Temmuz 2010 Pazartesi

"Bekledik Bunu Çok Bekledik"



Galatasaray taraftarının sabretmekten taşa döndüğü zamanlardayız. Malum, transferler gecikti, Keita satıldı, Elano gidecek diyorlar... Nedense yerli transferini transferden saymayan güzel futbol insanları, Lorik Cana'nın transferi sonra biraz "nefeslenmişti". Lakin son 1 ayda her gün imza attırılan Pino'nun gelmemesi, orta alandaki henüz dolmayan birkaç dönümlük boşluk, gittikçe sinir bozmaya başladı Galatasaray tribünlerinde.

Takımın durumu iyiymiş, oyuncular kaynaşmış, Serdar Özkan ile Mehmet Batdal süper çıkmış falan fişmekan, hikaye bunlar taraftara göre. Onlar yabancı transferi istiyor belli. Sessiz ama derinden mi gidiyor yönetim, yoksa oyalıyor mu taraftarı bilemeyiz ama, yapabilecekleri en harika şeyi yapıp, taraftarı mutlu etmeyi başardılar.

AVM çıkışlarında, ya da eğlence yerlerinde çocuklar eğlencenin hiç bitmemesini ister malum. "Biraz daha duralım, az daha bineyim, gitmeyelim şimdi" vs... Çıkışta, ardında bıraktığı, kendisini o eğlence yerine ait hissettiği 2-3 saatin sona ermişliğinin burukluğuyla ayrılır küçük arkadaşımız. Lakin baba, çocuğunun o haline dayanamaz, gider bir tane pamuk şeker alır, sürpriz yapar çocuğuna. İşte size Kewell'ın sözleşmesinin yenilenme hikayesi...

Son 2 sezonda 68 maça çıkmış 29 gol atıp 18 asist yapmış, 54 kere "fok off" (aussie aksanı tabii) demiş, birçok kez de "hari küvıl, küvıl from gelıtasıray" demiş bir oyuncu Harry. Tribünlerin Daddy Cool'u, kapalıdaki, açıktaki herkesin sevgilisi, gizli eşcinsel taraftarların biricik Kewell'ı.

Sakat, yaramaz dendi kendisi için. 31 yaşında, son iki sezonunda 68 maça çıkmış, ki geçtiğimiz sezon son 3 ayda hiç oynamadı bildiğiniz gibi, bu yetenekte bir oyuncunun neresi yetersiz, kötü bu adamın?

Neyse, soykırımdan kurtuldu çocuklarımız. Harry Kewell en az bir sene daha, belki birkaç sene daha Galatasaray'da...

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Sercan Ne Kadardı?



La Liga'nın en değerli hücum silahlarından biri bu adam. Canales ve Di Maria gibi, o da artık Mou'nun ellerinde, Real'de. 6 yıllık sözleşme imzaladı Pedro Leon, peki bonservis ücreti?

10 milyon Euro... Sercan ne kadardı?

16 Temmuz 2010 Cuma

Hastasıyız Bu Heyecanın



"Die Beeesteeen" seslerinin gelmesine az kala, Şampiyonlar Ligi'nde 2010-2011 sezonu için 3. eleme turu kuraları çekildi. Dilerseniz eşleşmelere bir göz atalım.

Önce kısa olandan başlamak lazım, "şampiyon olamayan" Şampiyonlar Ligi katılımcılarına. Malum, bu arkadaşlar için işler neredeyse imkansızlaştı. Bu turu geçenler, Premier League dördüncüsü, La Liga dördüncüsü, Serie A dördüncüsü, efenime söyleyeyim Bundesliga üçüncüsü gibi adamlarla oynayacaklar. Neyse, eşleşmeler şu şekil;

Fenerbahçe-Young Boys: Şampiyonluğu son haftasına kafa kafaya girdiği ligde son maçta Basel'e kaybederek buralara düşen Young Boys, bu sezonki en önemli gol silahi Seydou Doumbia'yı 10 milyona CSKA'ya satmıştı. Zaten o haliyle bile çok güçsüzlerdi Fenerbahçe için. Takımda en önemli adamlar Cristoph Spycher, Moreno Costanzo, Thierry Doubai ve Christian Schneuwly olarak gösterilebilir. Fenerbahçe büyük ihtimalle ilk maçtan işi halleder...

Ajax-Paok: Fenerbahçe'nin rakibi olsaydı doksan kere "bilmem ne zaman İstanbul'dan göçen Rumlarca kuruldu" geyiğini duyacaktık, iyi oldu Ajax ile eşleştiği. Daha hiçbir şeyi belli olmayan Ajax için bir şey söylemek çok imkansız. Suarez gidecek mi, Van der Wiel ne olacak, Cvitanich bir kez daha kiralık mı verilecek, bunların cevaplanması lazım önce.
Paok ise kayda değer bir ekip olarak gözüktü geçen sene gözümüze. Defansta Contreras, ortada Vieirinha, ileride ise Salpignidis ve Müslümoviç var. Deplasmanda Ajax kendilerini geçen sene herkesi yaptıkları gibi "gol manyağı" yapmazsa, nefis bir klişeye imza atacağım ama, "ateşli Yunan seyircilerin önünde" sürpriz yapabilir Paok.

Braga-Celtic: Nedir bu Celtic'in kura şanssızlığı? Geçen sene son eleme turunda Arsenal'e takılmışlardı, şimdi direk Braga'ya tosladılar. "Benfica'nın elinde uzaylı hücum hattı olmasaydı şampiyonluğu alacaktı" diyebildiğimiz Braga, taş gibi savunma yapabilen, istediğiskoru alabilecek bir takım. Geçen sezonki kabusun ardından takımın eski yıldızlarından Lennon'ı teknik direktörlüğe getiren Celtic'te henüz orta alan sorunu mevcut. McManus ve Boruc takımdan ayrıldılar ve şimdiye kadar sadece bir adet ilk onbir transferi yapıldı: Ça Du-Ri. bir dolu sorun var yani.
Braga ise Celtic gibi, kalecisini İtalya'ya, Genoa'ya sattı. Tam anlamıyla da transfer yapmış sayılmazlar, ancak çok da transfere ihtiyaçları yok açıkçası. İnanılmaz bir takım oyunu var Portekiz ikincisinin. Celtic'e yazık olabilir...

Unirea Urziceni-Zenit: Geçen seneki Şampiyonlar Ligi gruplarından sonra, şüphesiz oynadığı oyun sonrası elde ettiği, ya da şöyle diyelim, eline geçen şey bizi çok üzdü Unirea'nın. Herkes 2009-2010 sezonunun "cindirella team"i olarak bakıyordu onlara, ancak 3. oldular, Uefa Avrupa Ligi'ne düştüler. Bu sene 32 yaşına gelen Daniel Munteanu'yu serbest bırakan Unirea, Arles Avignon'dan Maurice Male'yi aldılar
Zenit bu eşleşmede çok daha avantajlı olan taraf. Hem kadro açısından, hem de form açısından, malum lig devam ediyor, Unirea'dan öndeler. Onların en yeni transferleri Aleksandr Bukarov. Zaten Danny, Huszti, Kerzhakov, Rosina gibi bir dolu hücum hücumcu, Meira, Anyukov, Puygrenier gibi birkaç duvar briketi var rusların. Ben sadece bu turu geçmelerini değil, aynı zamanda gruplara kalmalarını bekliyorum açıkçası.

Dinamo Kiev-Gent: Her sene utanmadan gruplara kalıp, üçüncü ya da dördüncü olan (tanıdık geldi bir yerden), zerre ilerleme sağlayamayan Kiev, geçtiğimiz sene neredeyse İnter ve Barça'nın olduğu gruptan çıkacaktı. Artem Milevskiy ve selefi, abisi Andriy Şevçenko önderliğinde Genk'ten sadece bir değil birçok adım önde Kiev.
Genk için konuşmak biraz zor. Kendi evinde çok gol atan, deplasmanda hem atıp hem yiyen garip bir takım. Lakin Kiev karşısında sürpriz yapabileceklerini sanmıyorum...

Şampiyon olanların eşleşmeleri ise şu şekil;

Lietuva Metalurgs/Sparta Prag - Bakü/Leç Poznan

Aktobe/Rustavi - Hapoel Tel Aviv/Zeljeznicar

Şerif/Tirana - Zagreb/Koper

Litex/Rudar - Birkirkara/Zilina

Levadia Talinn/Debrecen - Basel

AIK/Jeunesse - Linfield/Rosenborg

Partizan/Pyunik - Ekranas/HJK

BATE/FH - Kobenhavn

Bohemian/TNS - Anderlecht

Omonia/Renova - Salzburg/HB

13 Temmuz 2010 Salı

Dünya Kupası'nın Aklımıza Kazıdıkları (saha dışındakiler)

Her dünya kupası bittiğinde, futbolseverler "lan biz napıcaz şimdi ligler başlayana kadar?" boşluğunun içine düşer. Boşluktalık hissi çok sürmez aslında; hazırlık maçları, transferler, avrupa kupaları eleme turları...

Lakin boşluk hissini yaratan artık her gün ya da gün aşırı maç olmayışı değildir. Her gün görmeye alıştığımız şeyleri, çeşitli yerlerde okumaya alıştığımız, arkadaşlarmızla sürekli, 1 ay boyunca tartıştığımız şeyleri artık en azından aynı sıklıkla görmeyecek, konuşmayacak oluşumuzdan ileri gelir.

Evet, her gün maç olmasına, deli gibi futbol heyecanı yaşamaya çok alıştık biz. Ancak özleyeceğimiz şey yalnızca bir kupa için savaşan futbolcular mı? Kesinlikle hayır...

ÖMER ÜRÜNDÜL


Ömer üründül çook derken

Hepimiz çocukken mahalle maçı yapmışızdır. Hatta belki o geleneği halısahalarda devam ettirenler bile olabilir. Hepimizin bildiği üzere, mahalle maçları tüm dünya kupası maçlarından, şampiyonlar şampiyonu olmaktan, UEFA Kupası'nı almaktan daha fazla heyecan yaratırdı bizlerde. Ne de olsa geleceği biz yazıyorduk orada. Lakin büyük heyecanla maç için ayakkabılarını giyen ve okulun bahçesine çıkan çocuk, maçın yapılacağı alanda mahallenin abilerinin maç yaptığını görüp hayata küser halde evine geri döner arkadaşlarıyla birlikte... İşte Ömer Üründül benim için o abilerdi turnuva boyunca. Cipsimi biramı almış, maça kendimi hazırlamışken "yanımda değerli yorumcumuz Ömer Üründül var..." cümlesiyle tüm hevesim ve hazırlığım anlamsızlaştı her maçta. Gelin görün ki, kendisiyle yapılan röportajlarda Ömer Üründül "yaptığım mükemmel yorumları görmüyorlar" demiş. Enteresan bir açıklama di mi Ömer abi? "Çoook"

Neyse, bir başka büyük turnuvada daha az maç yorumlamanız dileğiyle...

MAHİNDRA SATYAM



Genelde pek bakmam oyun alanlarının kenarlarda yer alan reklamlara, lakin bu turnuvada dikkatimi çeken bir şey vardı. "Acaba reçel markası mı bu? Oyuncak şeysi mi yoksam? İsmi de ne güzelmiş" şeklinde dikkatimi celbetti bu Mahindra Satyam. İsminden bir Hint markası olduğunu çıkardım da, nedir ne değildir diye çok düşünmemiştim açılış maçında. E ama sonradan her maç her maç görünce, bizim bilmediğimiz bir dünya devi mi bu nedir şeklinde düşüncesiyle araştırmaya girdim. Haydarabat merkezli bir it-offshore firmasıymış bu şirket (onun ne olduğunu sormayın, bilemiyorum). Bayağı sağlam bir firma olsa gerek ki, her maça dev yarâsa reklamlar koyabilmişler... Bu da bir ayrı akılda kalan oldu benim için...

DÜNYA KUPASI MEME YAPINCA (KONPİLE DEĞİŞMESİ LAZIM)



Yiğit Özgür'ün zamanında bir karikatüründe "olanca memeler" diye bir söz kullanmıştı... Hah işte, bahsettiği bu ablaydı. "Olanca memeleriyle" (yuvarlak), memelerini gözümüze soka soka aklımıza giren bu arkadaş, zaman zaman sol memesinin üzerine aldığı "Axe" reklamıyla da dikkatimizi çekti. Birçok derginin vs... kapağında görmeye alıştık Larissa Riquelme'yi. Roman'dan sonra futbol konusu dahilinde oldukça estetik bir başka Riquelme oldu hayatımızda.

Ablamızın tek derdi Paraguay'ın şampiyon olması gibi gözükse de, o görünen şeylerin önüne hep memeleri geçti sağolsun. "Paraguay gruptan çıksın göğüsleri açıcam, Paraguay bu turu geçsin bi kere elleticem" gibi vaadlerde bulunan Riquelme, "Şampiyon olursak takım için(?!) soyunacağım" dediğinde, bir anda Paraguay aşkı kapladı içimizi... Yani sporseverlerin içini, benim değil.(öhöm). Ama çabuk vazgeçti abla, zaten gösterip vermemiş gibi olduk, soyunayım gitsin dedi ve soyundu turnuva bitmeden.



Erotizm bununla sınırlı kalmadı. Hatta olay erotizmle sınırlı kalmayıp pornografiye de döndü. Bobbi Eden adlı ablamız, ki kendisi bir pornstar imiş (vallahi bilmiyordum, arşivimden kaçmış), "Hollanda'nın şampiyon olması halinde çok ilginç sürprizlerle karşınızda olacağız" mealinde bir tweet yazdı Tweeter'da. "Herkese benden oral, İhsan'a duble" diye bağırdı mı bilemeyiz ama, Hollanda şampiyon olsaydı, yaklaşık 30 bin tivitır takipçisini mutlu edecekti 3 arkadaşıyla birlikte Bobbi... (bobbi gel oğlum)

Anlayacağınız o ki, her zamankinden daha fazla "seksi resimleri için tıklayınız gazeteciliği" ekmeği çıkardı bu dünya kupası... Bu sene de ne meme yaptı arkadaş!

VUVUZELA



Ara başlığı görünce "hıaaaayırrr" deyip okumayı bırakanlar, hatta sayfayı kapayıp bilgisayarı yeniden başlatanlar olmuş olabilir. Ya da belki aranızda az sayıdaki ilginç insanlardan vardır, vuvuzelayı sevdiğinden daha bir şevkle okuyor olabilir şu an, bilemem. Lakin bildiğim bir şey var ki, "İÇİNE ETTİNİZ LAN MAÇLARIN VIZ VIZ VIZ!"

Tamam güzel kardeşim, kültürdür, iyidir hoştur. "Connecting through culture, celebrating diversity" düsturuyla hareket edilmiş olabilir, de, bana ne?

"Nerede çalıyorsanız çalın, maçlarda çalmayın" yahut "maçlarda çalın da, az çalın, mesela herkes Trabzonspor seyircisinin 61. dakika gösterileri gibi plaka numarasından falan bir şey belirlesin, ona göre çalsın" deme cesaretini gösteremeyen Sepp Blatter, Afrikalı dostlarımız hariç tüm dünyayı bunalıma soktu maç izlerken.

Eurosport ofisinde izlediğim ilk maçta, ki muhtemelen Fransa-Uruguay maçıydı, yaklaşık 3-5 televizyondan gelen de-senkronize "iziuuuv, vizuuuuu" sesleriyle çıldırma noktasına geldim. Hatta aramızda "lan raid taksak gider mi acaba?" diye düşünenler olmadı değil. Ha sonradan ofise 90 tane vuvuzela sipariş edenler oldu, "acaba ben mi anormalim?" düşüncesine sevk ettiler beni...

En kötüsü de, her yere sıçraması oldu. Mahallemizde bir çocuk, artık nereden eline geçirdiyse, Afrika'da çalınan aletin aynısıyla, replika değil, parkta çalıyor her gün. Elime geçirdiğimde çok yaşamayacak belli, o yüzden tadını çıkarsın diyorum, elleşmiyorum.

En büyük korkumuz da sanırım bu aletin Turkcell Süper Lig'e sıçraması olacak. Belki de artık seyircisiz maç yerine, olay çıkaran seyircileri bir yere toplayıp 90 dakika kulaklarını vuvuzela üfürürken maçı izlemeye zorlamak çok güzel bir ceza olabilir, bilmiyorum, bana öyle geliyor...

KAHİN AHTAPOT PAUL



Şimdi. Bir ahtapot için övgü yazısı falan yazacağımı hiç düşünmezdim. Hatta, bir ahtapot için yazı yazacağımı da düşünmezdim. Gel gör ki, adam hatasız bir dünya kupası geçirdi, yazmamak ayıp olur.

Bülent Timurlenk bir hesap yapmış, bu Paul kardeşimizin ilk tahminine 10 avro yatıran bir insan evladı, oradan kazandığı parayla Paul'ün tahminlerine oynamaya devam etse, tam 6.300 avro kazanırmış. Ahtapot enteresan hayvan di mi Ömer abi? "Çook."

Garip garip şeyler okuyorum. "Xavi'nin, Klose'nin oynadığı takımın galibiyetini ben de bilirim lan, ondan n'olur ki?" sorularını soran, bunu ciddi ciddi soran arkadaşlar varmış. Ahtapot diyorum lan, ahtapot. Jöle kıvamında hayvan. 8 tane kolu var kafasına bitişik. Gidip Müller'ini, İniesta'sını mı bilecek?

Neyse efenim, kupa bitti, bu hayvan hatasız kapattı kupayı. Emekli olmuş diyorlar. 1.5 yıl ömrü kalmış, kalan ömründe de midyeye midye demeyecekmiş. Keşke 2-3 sene daha duraydı da, Euro 2012 için tahminlerini de alaydık... Neyse artık.

Aslında emekliliğini bizim "Bay Tahmin"de geçirse, "Paul abi kız arkadaşıma hediye almam lazım, bugünkü maçlardan güvendiğin 3 takımın midyesini yesen?" diye sorsalardı, "Cumartesi için güvendiği 2 maçı söylerse sevinirim" falan deseydi fantastik Bay Tahmin izleyicisi... Başka ahtapota inşallah.

Saha dışı böyle manyaktı işte. Saha içine tabii ki sonra değineceğiz...

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Ve Final...

Kupa finalleri yalnızca kupa mı kazandırır bir sporcuya? Yoksa madalya mıdır tüm turnuva boyunca akıtılan terin karşılığı? Hayır, asla...

Yıllarca büyük turnuvalarda nefis takımlara sahip olup nefis maçlar çıkaran, saçma ya da şanssız olayların ardından elenen iki takımın maçıydı aslında bu final. 2 kez finale kalmış, ikisinde de mağlup olmuş Hollanda ve finale dahi çıkamamış İspanya.



Maç öncesinde bizim "Yeniköy Kasabı" çok da gergin değildi açıkçası. "Final öncesi çok fazla değişiklik yapmayacağız, ayrıca bir antrenman programı ya da buna benzer bir şey düşünmüyorum" demişti Del Bosque. Yalnız onun söylediği tek bir şey benim çok ilgimi çekti. "Bu jenerasyonla kazanmak zorundayız, bir daha aynı yetenekte bir takım kurabilir miyiz bilmiyorum"...

Aynı adamların çıkması çok da zor değil aslında. Zira inanılmaz altyapı sistemi, altyapıdan çıkan tüm oyuncularının kendine güveninin tam olması ve takımda yer bulma kaygısının olmaması alt neslin milli takımı bu seviyede tutabilmesi için oldukça mühim. Kaldı ki, İspanyolların özgüveni bir daha gitmemecesine geldi finalin ardından.



Diğer tarafa baktığımızda ise çok farklı bir tablo gördük. İspanya'dan çekindiğini gösteren açıklamalar yapan Bert van Marwijk, "favori İspanya'ya göre oyununuzu şekillendirecek misiniz?" benzeri sorulara "Kesinlikle hayır" cevabını vermişti basın toplantılarında. Ne de olsa total futbol diyarından geliyordu "Portakallar". Barcelona'yı duvara karşı bırakan İnter gibi oynamayacaklarını, kendi futbollarıyla kazanmak istediklerini söylemişti Marwijk. Biz de inandık!



BBC'nin maç için seçtiği başlık ve resim çok manidar hakikaten. Aynen bir üstteki resmi "Maç Sonunda Hollanda Hakemden Şikayetçiydi" başlığıyla verip, bayağı bir dokundurdular Hollanda'ya. Aslında bu "çıkan kısmın özeti", canı çıkacaktı İspanyolların özellikle ilk yarıda. İnanılmaz sert bir savunma futbolu, yıldırmaya ve pas oyununu bozmaya dayalı bir tel örgü çekmek istedi turuncular. Tabii hücumda da amaç, Sneijder'ın paslarında Robben'i kaçırmaktı. Kaçırdılar da, lakin dengesizliği tuttu Robben'in final maçında.

"Hiç değilse alan savunmasıyla büyülemişti bizi İnter!" haykırışları arasında, tepkiler derya olmuşken maç bitiverdi. Ne hakem, ne oyuncular ne de teknik direktörler çok bir şey yapmadı aslında 90 dakikada.

Aslında onlarca dakika önce görmesi gereken kırmızı kartı, uzatmalarda, hiç alakası olmayan bir pozisyonda gördü Hollanda. Heitinga'nın o pozisyonda İniesta'ya dokunmadığı açıktı, ancak pek de seçilemiyordu o açından.



Hakemin maçın içine ettiği an aslında çok önemsiz gibi gözüken ama kupanın sahibini belirleyen bir hatayı kapsıyordu. Sneijder'ın kullandığı serbest vuruş gayet devasa bir temasla kornere gitmiş olmasına rağmen, Howard Webb nedendir bilinmez, aut kararı verdi. Ve olaylar gelişti...



Bizler "guoooool" diye bağırırken, İniesta'nın atletindeki yazıyı okuyunca o tribün havası yerini hüzne bırakmadı değil hani. "Sonsuza dek hep bizimle olacaksın Dani Jarque" yazıyordu. Ve her şey daha güzeldi artık. Daha anlamlı bir gol, her şeyden daha büyük bir jest...

Ve İspanya dubleyi yaptı. Kahin Ahtapot Paul bir kez daha bildi. İlk kez bir takım, dünya kupasında ilk maçını kaybettikten sonra şampiyon oldu. Hollanda ilk bir maçlarında kazanamadılar bu dünya kupasında ve ilk kez mağlup oldular 22 maç sonunda. Sneijder bir sene içinde kulüp takımıyla tüm kupaları aldıktan sonra, dünya kupasını da alan ilk futbolcu olma şansını kaçırdı...



Tebrikler İspanya! 1998-2000 Fransa'sı olmaman dileğiyle...

Uruguay - Almanya



Dert yok tasa yok, maçı kaybeden tarafın 'kaybı' çok da büyük olmayacak, iki ekip de dünya kupasına renk katmış, ikisine de şans verilmiyorken ikisi de tüm otoriteleri şaşırtarak kendilerinden beklenmeyen yerlere, birşeyler beklenen takımların önüne geçerek ya da onları bizzat eleyerek gelmiş, iki ekip de mücadeleyi seviyor, iki ekibin de maçı değiştirebilecek adamları var... E o zaman bu kadar özelliğin bir araya geldiği bir üçüncülük maçının kötü geçmesi mümkün olabilir mi?



Almanya'nın kadrosunda bayağı eksiklikler vardı ki bunlar öyle yenir yutulur değil; turnuvanın tarihine geçmek isteyen Miroslav Klose, Almanya'nın savunmasına ters kademeleriyle büyük katkı sağlarken hücuma da destek veren Philip Lahm, Jabulani'den dert yanmayan ve başı ağrımayan tek kaleci Manuel Neuer, her ne kadar 'hay senin ayağına' dedirtse de hücuma hatırı sayılır katkıda bulunan Lukas Podolski forma giyemediler. Bence maçın bu kadar gollü geçmesi, Almanya'nın bu kadar gol yemesi, Jerome Boateng'in alışkın olmadığı sağ bekte yer alması, Philip Lahm'ın yokluğu ve Dennis Aogo'nun takıma ısınmamış görüntüsünden kaynaklanıyordu.

Schweinsteiger'ın mücadelesi, Khedira'nın ve Müller'in katkılarıyla orta sahayı ayakta tutarken ilk dakikalarda Uruguay'ı da yarı sahasına kapattı; Almanya, Mesut'un milimetrik paslarıyla gücünü gösterirken Cacau'nun Klose'nin yerini dolduramadığına şahit olduk. Derken Schweinsteiger 2006'da Portekiz'e attığı golü andırır bir yerden çok iyi bir şut çıkardı ve Jabulani kendini Müller'in önüne attı.
Müller de yapması gerekeni yaparak ters köşeyi güzelce buldu. Schweinsteiger'ın kaptırdığı toptan yenen gol, Uruguay savunmasında iki külçe altın bulunmasıyla telafi edildi ve Almanya, iki kez üst üste üçüncülüğe razı oldu.



Suarez ve Lugano geri dönmüş, Uruguay'ın üçüncülük maçına razı olmasının belki de en büyük etkeni olan bu iki adam sahada yerini alınca Almanya karşısında oldukça dirençli bir Uruguay izledik. Zaten bu turnuvanın en çok koşan takımı diyebiliriz kendilerine; rakipleri ile arasında doğan kalite farkını fiziki güç ve üstün mücadele ile kapatan Uruguay, Edinson Cavani'nin ayağından yakaladığı gol ile beraberliği yakalayınca hareketlendi. Tutuk başladığı maçı Diego Forlan'ın bu turnuvada Uruguay'ı sırtlamasını mükemmel bir şekilde taçlandıran golü onları öne geçirdi; ama Jansen'in 'hazırol'da attığı ve Khedira'nın Uruguay'ın yan top hatalarından birini daha değerlendirdiği iki kötü gol kendilerini mağlup konuma getirdi.

Suarez, biraz daha dikkatli olsaydı maç daha erken Uruguay'ın üstünlüğüne geçip başka bir hal alacaktı ama Gana'nın ahı tuttmuş olsa gerek. Forlan, son dakikada yakalanan şansı çok iyi kullandı; ama Gana'yı evine gönderen üst direk Uruguay'a da bir dur dedi. İki tarafın da güzel bir futbol sergilediği bu maç, 2010 Dünya Kupası'nın en güzel maçlarından biri olarak futbolseverlere izlediklerinin futbol olduğunu hatırlatmış oldu.

8 Temmuz 2010 Perşembe

Lorik Cana



Çok uzun zamandır transfer bekleyen Galatasaray taraftarı nihayet aradığı buldu akşam saatlerinde... Geçtiğimiz sene de ilgilenilen, Sunderland'e kaptırılan, gittiği sezon Sunderland'ın kaptanı olan, 35 mçata çıkıp 15 maçta "Maçın Adamı" seçilen Lorik Cana (lorik tsana-çana) 4 yıl boyunca Galatasaray'da.

Öncelikle şunu söylemek lazım, ortak bir kültürden gelmemize rağmen, mülteci olarak Fransa'ya göçen ailesi sebebiyle daha "Frenk" bir kültürü var kendisinin. Forması için oynayan, taraftarıyla bütünleşen, hırslı, atletik ve güçlü bir oyuncu Lorik Cana. Önce Psg, sonra Marsilya ve son olarak da Sunderland taraftarının en sevdiği oyunculardan olmayı başarmış bir oyuncu Cana. Kaldı ki, Sunderland taraftarları, transferin açıklanmasıyla birlikte menajer Steve Bruce'a inanılmaz tepkiler göstermekte forumlarda.



Hırslı bir oyuncu dedik, en çok eleştirilen nokta olan fazla kart görmesine değinmek lazım. Sert bir oyuncu Cana. Yalnız buradaki sertliğin kontrolsüzlük olduğunu söylemek abes kaçar. Fransa ve İngiltere gibi gayet sert oynanan iki ligde, 191 maçta toplam 59 sarı kart ve 2 kırmızı kart görmek, gayet normal bir şey. Kaldı ki, ligimizdeki "kasap" futbolcuların varlığını düşünürsek, kendisinin oyun tarzı ilk defa göreceğimiz bir oyun tarzı değil.

Peki nasıl oldu da, bir sene önce 7.5 milyon euro'ya kaptanlık bandını takmaya gittiği Sunderland'den 4.5 milyona alınabildi? Bunun kişisel sebepleri var şüphesiz. Sunderland'in planlarını, Steve Bruce'un kendisine gelen tepkileri nasıl cevaplayacağını bilemem, yalnız Cana yönünden bakarsak, gayet mantıklı ve makul bir transfer. Neden mi?

Kendisinin de Sunderland'in resmi sitesinde anlattı aslında... Sürekli avrupa kupalarında oynayan, her sene Şampiyonlar Ligi hedefi olan bir takımda oynamak istediğini söyledi Cana, ki bu gayet normal. Diğer bir neden, babasının da zamanında Türkiye'de, Ankaragücü ve Gençlerbirliği'nde oynamış olması. Yani Türkiye'ye sıcak bakmakta. Ayrıca "aileme daha yakın, kendi kültürüme çok daha yakın hissedeceğim kendimi orada" dediğini de aktarmak lazım.

Kısacası, her iki taraf için de mükemmel transfer. 27 yaşında, sakatlık sorunu olmayan bir milli takım kaptanını, Mehmet Topal'ı 5 milyon euro'ya sattıktan sonra 4.5 milyon euro karşılığında alabiliyorsanız, bu bir transfer başarısıdır nazarımda.

Unutmadan, Ermal Kuqo ile birlikte hem Arnavutluk milli basketbol takımı kaptanı, hem futbol milli takımı kaptanı aynı kulübe geldi şimdi. Bir diğer not da, Alban Bushaj, Cevad Prekazi ve Claudian Duro'dan sonra 4. Arnavut olacak...

İspanya - Almanya




Dün akşamki maç, öyle sanıyorum ki sadece benim değil pek çok kişinin beklemediği bir sonuçla bitti. Bir panzer gibi önüne çıkanı gole boğan Almanya, bu oyun stiliyle "Kötü bir Barcelona" izlenimi veren İspanya'yı da kurbanları arasına katar ve finalde Hollanda'nın karşısına dikilir diyorduk; ama onlar sadece kendilerini favori göstermeyenleri yanıltarak yarı finale çıkmakla yetindiler.




Almanya'da tek eksik Müller'di ki bence dün Trochowski boşluğunu dolduramadı ve Almanya'nın enerjik orta sahasında aksayan bir dişli olarak göze çarptı. Almanya'nın geçilmeyen savunması yine yerindeydi, Mertesacker ve Friedrich bir süre daha o mevkide iyi işler yapacak gibi duruyor. Lahm'ı ise hayranlıkla izlediğimi belirteyim, bir adam hem kendi kanadını kapatır hem ters kademeye girer hem de rüzgar gibi hücuma çıkar mı yahu? Lahm, pazu bandını Ballack'a kendi isteğiyle vermeyceğini söylüyor, bırakın vermesin!

Ballack'ı çok arayacağını düşündüğümüz Almanya'da onun boşluğunu doldurmayı başaran ve bulunduğu bölgeye uyum sağlayan Mesut, bir-iki pas dışında göze pek gözükmedi; İspanya orta sahası içinde kayboldu. Podolski de Kroos'a çıkarttığı pas dışında maça büyük bir etki yapamadı. Kroos'a da bir lafım var: Koskoca Casillas, top Jabulani de olsa yer mi be öyle plaseyi? Schweinsteiger'a da yazık oldu diyebilirim, çünkü takımını hücuma çıkarmak ve İspanya hücumlarını baltalamak için elinden geleni yaptı. Klose de tarihe geçeyim diye 32 yaşında bir santrafor olmasına rağmen koşturdu durdu, üçüncülük maçında bu kadar enerjik göremeyeceğiz bence.



İspanya ise turnuvanın haklı favorilerinden biri olarak sahadaydı ve Almanya'ya oyun izni vermedi. Her ne kadar "kötü Barcelona" desek de bu sıfat bile İspanya'nın diğer milli takımlara nazaran takım oyununu ne kadar kulüp bazına yakın oynadığını ortaya koyuyor. İspanya bence turnuvanın en "takım" olmuş ekibi ve Xavi de turnuvadaki en "futbolcu" adam. Orta alanda yaptıkları presle, mevkisi belli olmayan adamlardan oluşup sürpriz ataklar yapan Almanya'nın oyununu bozup, Iniesta'nın nereden geleceği belli olmayan ve diğer oyuncular tarafından desteklenen ataklarıyla zor anlara sebep oldular.

Villa ise dün suskun kaldı, çünkü İspanya her ne kadar rakibini kıstırıp, topları daha onlar atağa çıkarken kapsa da Xavi ve Iniesta'nın izleyenleri hayran bırakıp, rakip taraftarlara da "Eyvah" dedirten direk pasları hedefini pek bulmadı. Villa da bu pasları alamayınca gole gidemedi. Pedro ise henüz ezberlenememenin avantajıyla Almanlara çoğu pozisyonda top göstermeyerek hücuma katkıda bulundu; ama Torres'e pas vermeyişi kahraman olma arzusundan kaynaklı bencilce bir hareketti. Veteran savunmacı Puyol da takım arkadaşı Pique ile müthiş bir mücadele vererek -ki gol pozisyonunda da beraber kafaya çıktılar o kadar birlikte hareket ediyorlar- Klose'nin tarihe geçme hırsını etkisiz kılmayı başardılar. Ramos'a da diyecek bir şey yok, adam zaten Madrid'in sağ beki...



Bir gol haberi ise Hollanda'dan geldi... Schweinsteiger "Dünyanın en iyi takımına karşı oynadık" diyip adeta bükemediği bileği öperken, bayanların Viva España diye haykırışının arkasındaki sebebi henüz çözememişken şimdi de Hollanda'yı destekleyecek bir "abazan korosuyla" karşı karşıya kalacağımızı kesinleştiren bir Twitter iletisi ortaya çıktı: Kendi piyasasınında isim sahibi Bobbi Eden büyük bir vaatte bulundu, detayları ise... Her yerde! Fakat Bobbi benimle aynı fikirde olacak ki böyle bir söz verdi; Ömer Üründül'ün de dediği gibi "Bu maçın galibi kupanın da galibi olur"...

6 Temmuz 2010 Salı

Uruguay-Hollanda



Acayip bir olay sonrasında, belki de mucize aslında, yarı finale gelmişti Uruguay. Tam 40 yıl beklendi yarı final için, ve sonunda Forlan-Cavani-Suarez üçlüsüyle nihayet Güney Afrika'da yarı finali buldular.

Yeni neslin anneannesinin babası görüp hatırlayacak yaştaydı Uruguay'ın efsanevi kadrolarını. Şimdiki nesil de belki dünya üçüncülüğü ile yetinecek, ama asla unutmayacak bu turnuvayı... Tanıdık geldi mi?



Diğer tarafta da lanetli bir takım vardı aslında. Büyük turnuvalara her seferinde "aha şimdi koydular çocuğu, kadroya bak" şeklinde gelen, her seferinde acaip maçlar sonucu elenen bir takım Hollanda. 2000 Avrupa Şampiyonası'ndaki efsanevi kadro, müthiş beklentiler, komik şanssızlıklar ve kendi seyircisi önünde her şeyi yitiren Hollanda... Büyük turnuvalardaki şanssız takım kontenjanını dolduranlardan yani.



Maç mutlu mesut, sakin sessiz giderken, Gio van Bronckhorst'un vurduğu toptan çıkan ıslıkla bozuldu sessizlik. Erik Edman'ın Liverpool'a, Hagi'nin Monaco'ya attığı golün kopyasını attı Muslera'ya Gio. Çok da geçmeden karşılık geldi tabii. Her ne kadar Jabulani'ye sövseler de, John Heitinga Stekelenburg'un önünü kapattığından oldu Forlan'ın golü. Ha tabii bir de "topa sert ve falsolu vurunca çok dönüyor" (Ömer Üründül).



Aslına bakarsak, Hollanda'nın en büyük avantajı, Luis Suarez'in yokluğuydu. Fransa maçı sonrası yanlışından dönen Tabarez, Forlan-Cavani-Suarez üçlüsüyle birlikte etkili hale getirmişti hücum hattını. Ama bugün Suarez olmayınca, hem Cavani'nin yaptığı çapraz koşuların anlamı kalmadı, hem Forlan Suarez'e yoğunlaşan ve kendisini bir nebze boş bırakan bir savunma bulamadı.

Maçı bitiren golün ofsaytımsı olması dışında konuşulacak çok da bir şey yok aslında maçın geri kalanıyla ilgili. Zira Uruguay gol yedikten sonra gol atabilecek gibi gözükmüyordu.

Finale çıkan Hollanda, zaten benim favorimdi. Kim kazanır sorusuna Hollanda, kim kazanmasın sorusuna da Brezilya demiş olduğum için, beklentilerimin yüzde ellisi karşılandı Hollanda tarafından. Yalnız şunu söylemem lazım, van Persie'ye turnuva boyunca çok etkisiz kaldı diyenler oturup bu maçı tekrar izlesinler. Boşalttığı alanlar, verdiği paslar... Tatmin edici miktarda gol atamadı belki, evet formsuz belki ama, oyunu sürükleyen adamlardan biri de o. Sneijder-Robben ikilisine laf söylemek haddim değil. Taparak seyrediyoruz.

Maçın bir diğer değinilesi noktası da Rövşan İrmatov bence. Orta Asya'dan gelen, turnuva öncesinde kimsenin adını bilmediği bu hakem, 5. maçını yönetti, iyi de yönetti. 2006'daki dünya kupasında Jorge Larrionda da aynı etkiyi yaratmıştı. Artık büyük turnuvalardan "yıldız hakem"ler de çıkıyor sanırım.

Ne dersiniz, büyük turnuvaların lanetlileri birleşir mi finalde? Yoksa, 74'ün rövanşını mı izleyeceğiz?

4 Temmuz 2010 Pazar

iki 50lik Arjantin lütfen

İlk maçlarının ardından, insanlarda "Arjantin kesin şampiyon", "Brezilya bırakmaz aga"
yorumları yükseliyordu. Fikrimi soranlara "Almanya" dediğimde bu işlerden anlamadığım, Avusturalya'nın zayıf bir ekip olduğu, futbol ile ilgili konuşmamam gerektiği söylendi. Hele Sırbistan maçından sonra tefe kondum. Eh, şu an itibariyle herkese kapak olsun.

Her ne kadar favorim Almanya olsa da, tuttuğum takım Arjantin'di. Hayatımın son 5 yılını Messi'nin her maçını izleyerek geçirdiğimden, bir gönül bağım vardı onlara. Futbol öngörümü kanıtlayacak bir maç olsa da, Almanya'nın dört tane atmasına gerek yoktu tabi.

Muhabbeti bırakıp maça bakalım. Almanya daha henüz maçın başında
Müller'in kafasıyla öne geçti. Romero çok yetersiz bir kaleci olduğunu bu ma
ç ile gösterdi. Zannederim ki gelecek Arjantin kadrosunda yer bulamayacaktır. Topa hamle yapmadan beklemek de neyin nesi? Almanya'nın hakkını vermek gerek, en azından ilk 20 dakikada. Arjantin'in 5-0-5 taktiğini çok güzel engellediler. Arjantin'i kendi yarı alanına hapsederek, defans oyuncularının kendi aralarında top çevirmeye zorladılar. Hücum hattından sadece Messi'nin gelip topu çıkarmaya çalışması, bir bakıma takımda kimlerin
kazanmak istediğini gösteriyordu. Bu taktiğin, Fenerbahçe'den "Alman Köylüsü" diye gönderilen Löw'den çıkması çok düşündürücü. Almanya önde olmasına ve Arjantin'i hareketsiz bırakmasına rağmen, nedense geri çekildi ve presi azalttı. Bunun üzerine Arjantin toparlanıp, gol için yüklenmeye başladı. İlk yarı biterken gol atamamışlardı, ama Almanya'yı bir titretmişlerdi.

09-10 sezonunu harika geçirmiş bir Diego Milito'yu, ilk yarı saçmalamış Higuen'in yerinde görmeyi bekledim, ama majesteleri bu hamleyi yapmadı. Yanlış olmasın, Milito Bayern ile oynadıkları Şampiyonlar Ligi finalinde kendi başına iki pozisyon yaratıp Inter'e kupayı kazandırdı. Geçen sefer de Almanları darma duman etmişti. Bu maç onun maçıydı. Gol atamasa bile en azından geriye dönüp pres yapardı. Onun yerine Arjantin'in 3. golü yemesine engel olma fırsatına tenezzül bile etmeyen Higuen sahada kaldı. Netekim hiçte bir şey yapamadı. Yazık.

İkinci yarı ise modern futbol ve Messi için çok üzücüydü. Tevez'den Higuen'e, son dakkalarda oyuna giren Pastore'den Aguero'ya, hepsi topu kapıp Maradonacılık oynadılar. Oynadılar çünkü ikinci adamı geçen olmadı. Üzücü olan, herkesi çalımlamaya girmek yerine pas verseler, çok daha etkili ataklara olasılık sağlayacak olmaları. Messi bile3-4 kişiyi çalımlayabilirken, buna rağmen daha müsait pozisyonda oldukları için arkadaşlarına pas çıkarması, ancak topu alanın direkt kaleye koşması, hem futbol için hem de Messi için acı verici. Oysa rakibi azıcık feyz alsalar, Almanlar paslarıyla, takım oyunu ile ikinci yarı 3 gol atarak, Arjantin'e de "İngiliz Muamelesi" çektiler.

Almanlar şu anda harika oynuyorlar ve İspanya'yı harcayacaklarını düşünüyorum. İlk maçlardaki "herşey Podolski için" mantıklarını bir yana bırakıp, bir bütün olarak oynamanın getirilerini topluyorlar. Klose, Mesut, Müller çok ölümcül bir hücum hattı. Podolski'yi buraya eklemedim, o dengesiz. Türk olmasından ötürü Mesut'a özel birşeyler eklemem gerekirse, 4. goldeki pası o kadar harikaydıki, onu gole çevirememek hakikaten cinayet olurdu. Hatta babamın şu yorumu bence herşeyi özetliyor: "o orta bana gelse, ben de o golü atardım"

İkinci yarıyı özellikle anlatmadım, zira biraz önce anlattığım haricinde pek birşey yok. Aptal aptal pas vermeden oynayan, Messi'ye pas vermeyen, topu onunla buluşturmayan, taktik barındırmayan, herkesin kendini Tsubasa sandığı bir Arjantin karşısında sistematik ve takım olarak oynayan bir Almanya vardı. Nitekim 3 gol atarak ikinci yarıda, Arjantin'in biletini kestiler.

Özetlemek gerekirse ben futbolu biliyorum *ego parlat*, ve İspanya esas gücünü yarı finale falan saklamadıysa Almanya finalde Hollanda'nın rakibi olacak. İspanya'ya karşı Müller'in oynamayacak olması büyük kayıp, ama bir makinede her dişlinin bir yedeği vardır ve Almanya'da da onu aratmayacak birisi sahneye çıkacaktır.

Messi bence zamanında İspanya milli takımını seçmemesinden ötürü dün akşam pişmanlık duymuştur. Şayet hala bir şansı varsa, FIFA yönetmelik falan değiştirirse, İspanya'ya geçmeyi düşünmeli zira Arjantin'deki futbolcular ve teknik direktörler ile o kupayı alamayacak gibi gözüküyor.

Çok uzattım ama bu son olacak, Paraguay'ın başındaki Gerardo Martino gibi yetenekli Arjantinli hocalar varken, Maradona'yı teknik direktör yapmak ta neyin nesi? Acilen iyi bir teknik direktör Arjantin'in başına gelmeli, yoksa Arjantinliler daha çok hezimet yaşarlar. Yazık.

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Gana-Uruguay



Tek Afrika takımı olması sebebiyle herkesin sempatiyle baktığı bir Gana... 4-3-3 oynadığında Cavani, Forlan ve Suarez üçlüsüne sahip olan, zevk veren oyun oynayan Uruguay...

Kime sorduysam "ya tarafsızım ya, ne bileyim, ikisine de sevinirim" dedi maç öncesinde. Haklılardı da, zira Afrika'nın aslanları, savunma futboluna ifrit olmuş bizleri şâd eden Uruguay ile oynuyordu ne de olsa... Güzel maç olacaktı şüphesiz, ama tarihin en epik maçlarından birine dönüşeceğini kim bilebilirdi?




İlk yarı oldukça yavan geçti aslında. Zaman zaman Boateng'in taşıdığı toplara, zaman zaman Gyan'ın patlamalarına karşılık, Forlan'ın bireysel çabası ve kanattan getirdiği toplarla etkili olmaya çalıştı Uruguay Gana karşısında. İlk yarı böyle bitecek diyorduk ki, Jabulani Gana'yı 1-0 öne geçirdi. Tabii o topa "abanan" Muntari'nin de hakkını vermek lazım.



Turnuvanın en önemli golcüleri, ya da söyle diyeyim, turnuvaya sezon içinde alev almış şekilde gelen iki oyuncu, Forlan ve Suarez'in ikinci yarıda daha etkili olmasını bekliyordu herkes. Kaldı ki, Güney Kore maçında takımı kurtaran oyuncu olan Suarez, belki de ilk kez bu kadar etkisiz kaldı bu sezon içindeki bir maçta. Tam "Gana gol yemez ya, zaten Forlan tek kaldı, Kingson da formda geldi bu maça..." derken, Kingson Kingson'lığını yaptı, Forlan Del Piero frikiğiyle durumu 1-1 yaptı.

1-1 sonrasında çok fena bir hal aldı oyun, kilitlendi kaldı. Gerçi gol sonrası bayağı şabalaklaşan Kingson'ı kullanarak bir gol daha bulabilirdi Uruguay ama, bulamadılar. Zaten bu tip durumlarda "aman beyler yemeyelim de" düsturu hücuma ket vuruyor malum...

Uzatmalar her zaman hızlı geçer, öyle de oldu. Lakin bir maç sonu var ki...

Tam "maç bitti, penaltıları kim atar acaba?" derken biz, Fucile sağ kanatta faul yaptı. Serbest vuruş sonrasında, belki de futbol en dramatik 120. dakikası yaşandı. Suarez o topu ellediğinde kahraman olabileceğini düşünmedi belki de... Sadece çaresizliğin getirdiği bir elle oynamaydı belki de... Gyan topun başına geçtiğinde "Allahım, iyi ki Gana ya da Uruguay vatandaşı değilim" diye düşündüm hakikaten. İşin ilginci, 120. dakikadaki o penaltıyı kaçıran Gyan, turnuvanın en çok dikkat çeken, bugüne kadar 2 penaltıda golü bulabilmiş (hem de harika penaltılarla) oyuncusuydu...

Suarez bir penaltılık kahraman olmuştu o anda.




Ancak maç sonunda Montevideo'ya heykeli dikilecek kıvama geldi... Hollanda ile oynanacak yarı finalde oynayamayacak Luis Suarez... Ama bir maç daha oynamayı garantiledi en azından...

1 Temmuz 2010 Perşembe

Ömer Üründül

Dünya kupası, dünya kupası dediniz durdunuz, vuvuzelayı unuttunuz... Unuttuğunuz daha çok şey vardı belki, suç oranı, yüksek rakım, kötü hakemler, 2006 Dünya Kupası'ndan bu yana büyük turnuvalardaki savunma futbolunun zevksizliği vs... Ama önemli olan bu değildi...

Savunma bloklarının yaratıcısı, atak kombinezonları üstâdı, kromonezi'nin vaftiz amcası, evimizin yorumcusu Ömer Üründül, şüphesiz renk kattı şimdiye kada turnuvaya, di mi Ömer abi? "Çook"



Ömer Üründül birçok yönden işinin ehlidir;


-Ömer Üründül takdir etmesini bilir: "Maicon'u nasıl buldunuz?" "Faydalı... Yani..."



-Ömer Üründül maçın heyecanını güzel aksettirir: "Yalçın ne maç oluyo ama di mi?" ya da "Üff, ne vurdu ama yani..."



-Ömer Üründül bizden birisidir, yanında maç seyrettiğin baban gibi: "Sağ kanattaki oyuncunun adı neydi?"



-Ömer Üründül eleştirmesini iyi bilir: "Kayt'ı nasıl buldunuz?", "Yetenekli... Ama faydasız..."



-Ömer Üründül, sözcük kapasitesiyle çoğumuzu dövebilir (di mi Ömer abi?): "Çook"
"Enteresan"... (İkisini aynı cümlede de kullandığı olmuştur.)



Ömer Üründül "Çook" derken








-Ömer Üründül zor beğenir: "Yanlış, gol olsa da ordan vurulmaz".





-Ömer Üründül aslında olasılık, kombinasyon hatta ve hatta felsefik düşüncelerini yayına yansıtır: "Kaleci bıraksa gol!


Ama en önemlisi, her şey bittiğinde, Ömer Üründül sevincini izleyicisiyle paylaşabilir...



Evet, çeyrek finaller başlıyor yarın, çok üzerine gitmeyin artık. Yazıyı okuduktan sonra bakış açınız değişecektir... Vöeyy!


Ha bir de unutmadan, bilimsel konuşup, istatistik verelim di mi ama? (çook)



(Çok daha iyi bir yazı yazılabilir ama boğuntuya geldi, özürler...)