8 Temmuz 2010 Perşembe

Lorik Cana



Çok uzun zamandır transfer bekleyen Galatasaray taraftarı nihayet aradığı buldu akşam saatlerinde... Geçtiğimiz sene de ilgilenilen, Sunderland'e kaptırılan, gittiği sezon Sunderland'ın kaptanı olan, 35 mçata çıkıp 15 maçta "Maçın Adamı" seçilen Lorik Cana (lorik tsana-çana) 4 yıl boyunca Galatasaray'da.

Öncelikle şunu söylemek lazım, ortak bir kültürden gelmemize rağmen, mülteci olarak Fransa'ya göçen ailesi sebebiyle daha "Frenk" bir kültürü var kendisinin. Forması için oynayan, taraftarıyla bütünleşen, hırslı, atletik ve güçlü bir oyuncu Lorik Cana. Önce Psg, sonra Marsilya ve son olarak da Sunderland taraftarının en sevdiği oyunculardan olmayı başarmış bir oyuncu Cana. Kaldı ki, Sunderland taraftarları, transferin açıklanmasıyla birlikte menajer Steve Bruce'a inanılmaz tepkiler göstermekte forumlarda.



Hırslı bir oyuncu dedik, en çok eleştirilen nokta olan fazla kart görmesine değinmek lazım. Sert bir oyuncu Cana. Yalnız buradaki sertliğin kontrolsüzlük olduğunu söylemek abes kaçar. Fransa ve İngiltere gibi gayet sert oynanan iki ligde, 191 maçta toplam 59 sarı kart ve 2 kırmızı kart görmek, gayet normal bir şey. Kaldı ki, ligimizdeki "kasap" futbolcuların varlığını düşünürsek, kendisinin oyun tarzı ilk defa göreceğimiz bir oyun tarzı değil.

Peki nasıl oldu da, bir sene önce 7.5 milyon euro'ya kaptanlık bandını takmaya gittiği Sunderland'den 4.5 milyona alınabildi? Bunun kişisel sebepleri var şüphesiz. Sunderland'in planlarını, Steve Bruce'un kendisine gelen tepkileri nasıl cevaplayacağını bilemem, yalnız Cana yönünden bakarsak, gayet mantıklı ve makul bir transfer. Neden mi?

Kendisinin de Sunderland'in resmi sitesinde anlattı aslında... Sürekli avrupa kupalarında oynayan, her sene Şampiyonlar Ligi hedefi olan bir takımda oynamak istediğini söyledi Cana, ki bu gayet normal. Diğer bir neden, babasının da zamanında Türkiye'de, Ankaragücü ve Gençlerbirliği'nde oynamış olması. Yani Türkiye'ye sıcak bakmakta. Ayrıca "aileme daha yakın, kendi kültürüme çok daha yakın hissedeceğim kendimi orada" dediğini de aktarmak lazım.

Kısacası, her iki taraf için de mükemmel transfer. 27 yaşında, sakatlık sorunu olmayan bir milli takım kaptanını, Mehmet Topal'ı 5 milyon euro'ya sattıktan sonra 4.5 milyon euro karşılığında alabiliyorsanız, bu bir transfer başarısıdır nazarımda.

Unutmadan, Ermal Kuqo ile birlikte hem Arnavutluk milli basketbol takımı kaptanı, hem futbol milli takımı kaptanı aynı kulübe geldi şimdi. Bir diğer not da, Alban Bushaj, Cevad Prekazi ve Claudian Duro'dan sonra 4. Arnavut olacak...

İspanya - Almanya




Dün akşamki maç, öyle sanıyorum ki sadece benim değil pek çok kişinin beklemediği bir sonuçla bitti. Bir panzer gibi önüne çıkanı gole boğan Almanya, bu oyun stiliyle "Kötü bir Barcelona" izlenimi veren İspanya'yı da kurbanları arasına katar ve finalde Hollanda'nın karşısına dikilir diyorduk; ama onlar sadece kendilerini favori göstermeyenleri yanıltarak yarı finale çıkmakla yetindiler.




Almanya'da tek eksik Müller'di ki bence dün Trochowski boşluğunu dolduramadı ve Almanya'nın enerjik orta sahasında aksayan bir dişli olarak göze çarptı. Almanya'nın geçilmeyen savunması yine yerindeydi, Mertesacker ve Friedrich bir süre daha o mevkide iyi işler yapacak gibi duruyor. Lahm'ı ise hayranlıkla izlediğimi belirteyim, bir adam hem kendi kanadını kapatır hem ters kademeye girer hem de rüzgar gibi hücuma çıkar mı yahu? Lahm, pazu bandını Ballack'a kendi isteğiyle vermeyceğini söylüyor, bırakın vermesin!

Ballack'ı çok arayacağını düşündüğümüz Almanya'da onun boşluğunu doldurmayı başaran ve bulunduğu bölgeye uyum sağlayan Mesut, bir-iki pas dışında göze pek gözükmedi; İspanya orta sahası içinde kayboldu. Podolski de Kroos'a çıkarttığı pas dışında maça büyük bir etki yapamadı. Kroos'a da bir lafım var: Koskoca Casillas, top Jabulani de olsa yer mi be öyle plaseyi? Schweinsteiger'a da yazık oldu diyebilirim, çünkü takımını hücuma çıkarmak ve İspanya hücumlarını baltalamak için elinden geleni yaptı. Klose de tarihe geçeyim diye 32 yaşında bir santrafor olmasına rağmen koşturdu durdu, üçüncülük maçında bu kadar enerjik göremeyeceğiz bence.



İspanya ise turnuvanın haklı favorilerinden biri olarak sahadaydı ve Almanya'ya oyun izni vermedi. Her ne kadar "kötü Barcelona" desek de bu sıfat bile İspanya'nın diğer milli takımlara nazaran takım oyununu ne kadar kulüp bazına yakın oynadığını ortaya koyuyor. İspanya bence turnuvanın en "takım" olmuş ekibi ve Xavi de turnuvadaki en "futbolcu" adam. Orta alanda yaptıkları presle, mevkisi belli olmayan adamlardan oluşup sürpriz ataklar yapan Almanya'nın oyununu bozup, Iniesta'nın nereden geleceği belli olmayan ve diğer oyuncular tarafından desteklenen ataklarıyla zor anlara sebep oldular.

Villa ise dün suskun kaldı, çünkü İspanya her ne kadar rakibini kıstırıp, topları daha onlar atağa çıkarken kapsa da Xavi ve Iniesta'nın izleyenleri hayran bırakıp, rakip taraftarlara da "Eyvah" dedirten direk pasları hedefini pek bulmadı. Villa da bu pasları alamayınca gole gidemedi. Pedro ise henüz ezberlenememenin avantajıyla Almanlara çoğu pozisyonda top göstermeyerek hücuma katkıda bulundu; ama Torres'e pas vermeyişi kahraman olma arzusundan kaynaklı bencilce bir hareketti. Veteran savunmacı Puyol da takım arkadaşı Pique ile müthiş bir mücadele vererek -ki gol pozisyonunda da beraber kafaya çıktılar o kadar birlikte hareket ediyorlar- Klose'nin tarihe geçme hırsını etkisiz kılmayı başardılar. Ramos'a da diyecek bir şey yok, adam zaten Madrid'in sağ beki...



Bir gol haberi ise Hollanda'dan geldi... Schweinsteiger "Dünyanın en iyi takımına karşı oynadık" diyip adeta bükemediği bileği öperken, bayanların Viva España diye haykırışının arkasındaki sebebi henüz çözememişken şimdi de Hollanda'yı destekleyecek bir "abazan korosuyla" karşı karşıya kalacağımızı kesinleştiren bir Twitter iletisi ortaya çıktı: Kendi piyasasınında isim sahibi Bobbi Eden büyük bir vaatte bulundu, detayları ise... Her yerde! Fakat Bobbi benimle aynı fikirde olacak ki böyle bir söz verdi; Ömer Üründül'ün de dediği gibi "Bu maçın galibi kupanın da galibi olur"...